Yeşilin Gölgesinde, Morun Hüznünde
Adamın gözleri yeşil, dudakları mora çalıyordu. Konuştuğumuz kişi bir öğrenciydi, gerçi artık üniversiteye gitmiyordu. Gençti, yakışıklıydı ve vücudunu tanışma uygulamaları üzerinden satıyordu. Mekanlar değişiyordu, ama adamlar birbirine benziyordu. Hareketler tekrar ediyordu. Sonunda, hep aynı hikaye yaşanıyordu.
Anlatıcı, bir paragraftan diğerine, bir müşterinin yatağından diğerine atlıyordu. Belki de buna ihtiyacı vardı; bedenin sınavına, ete ve tere, hala yaşadığını kanıtlamak için. Oysa, boş günlerde eriyip gidiyordu. Cümleler kısaydı. Kelimeler acımasızdı. Ama onun mahremiyeti çarşaflarında değildi. Babası ölecekti. Birkaç günlük meseleydi.
"Cenazesinde nasıl giyineceğime henüz karar vermedim."
Bir odadan diğerine, anlatıcı aşkı ya da ölümü buluyordu. Bir gün, duvara yapıştırılmış siyah beyaz bir fotoğraf fark etti: genç bir adam, çıplak bedeniyle ikiye katlanmış, ayak parmağını emiyordu. Tuhaf bir pornografik masumiyet yayılıyordu bu…
Bu hikaye, modern yalnızlığın ve yabancılaşmanın çarpıcı bir portresi. Anlatıcının kimliği, tüketim kültürünün ve geçici ilişkilerin labirentinde kaybolmuş durumda. Vücudunu satarak varoluşsal bir boşluğu doldurmaya çalışıyor, ancak bu çaba onu daha da yalıtıyor. Yeşil gözleri ve mor dudakları, hem çekiciliği hem de kırılganlığı temsil ediyor. Bu renkler, hayatın canlılığını ve ölümün yaklaşan gölgesini aynı anda yansıtıyor.
Üniversiteyi bırakmış olması, bir başarısızlık ya da hayal kırıklığı sembolü olabilir. Belki de sistemin dayattığı beklentilerden uzaklaşmak istemiştir. Ancak bu kaçış, onu daha da derin bir arayışın içine sürüklemiştir. Tanışma uygulamaları üzerinden kurduğu ilişkiler, yüzeysel ve geçicidir. Adamlar birbirine benziyor, sadece birer araçtan ibaretler. Anlatıcı, bu ilişkilerde bir anlam bulmaya çalışıyor, ancak sadece tekrarlayan bir döngüyle karşılaşıyor.
Cümlelerin kısalığı ve kelimelerin acımasızlığı, anlatıcının duygusal durumunu yansıtıyor. Acıyla başa çıkmak için bir savunma mekanizması geliştirmiş olabilir. Ancak bu sert kabuğun altında, kırılgan ve yaralı bir ruh yatıyor. Babasının ölümü, bu kabuğu çatlatacak ve onu en derin korkularıyla yüzleşmeye zorlayacak.
Cenazede nasıl giyineceğine karar verememesi, bir tür inkardır. Ölümle yüzleşmekten kaçınmak için önemsiz detaylara odaklanıyor. Bu, aynı zamanda, kimliğinin parçalanmışlığını da gösteriyor. Kendisini nasıl sunacağını bilemiyor, çünkü kim olduğunu bilmiyor.
Odalar arasındaki yolculuk, hayatın bir metaforu. Her oda, farklı bir deneyimi, farklı bir karşılaşmayı temsil ediyor. Aşk ve ölüm, bu deneyimlerin iki zıt ucunu oluşturuyor. Anlatıcı, bu uçlar arasında gidip geliyor, bir anlam arayışı içinde.
Duvara yapıştırılmış fotoğraf, hikayenin en çarpıcı imgelerinden biri. Çıplak bedeniyle ikiye katlanmış adam, savunmasız ve çaresiz bir halde. Ayak parmağını emmesi, çocuksu bir masumiyeti ve bir tür kendini teselli etme çabasını gösteriyor. Pornografik unsurlara rağmen, fotoğraftan yayılan masumiyet, modern toplumun yozlaşmışlığını ve özgünlüğün kaybını vurguluyor.
Anlatıcının bu fotoğrafı fark etmesi, kendi yansımasıyla yüzleşmesi anlamına geliyor. Belki de kendisinde de aynı masumiyeti ve çaresizliği görüyor. Bu fotoğraf, onu kendi kırılganlığıyla ve insan olmanın temel paradokslarıyla yüzleşmeye zorluyor.
Hikaye, bir umut ışığıyla sona ermiyor. Anlatıcının geleceği belirsizliğini koruyor. Ancak, bu belirsizlik, aynı zamanda, bir potansiyel de taşıyor. Belki de bu deneyimler, onu daha derin bir anlayışa ve daha otantik bir kimliğe götürecektir. Belki de, babasının ölümüyle yüzleşerek, kendi hayatına yeni bir anlam verecektir.
Bu hikaye, modern toplumun yalnızlığını, yabancılaşmasını ve kimlik arayışını derinlemesine inceleyen bir yapıt. Anlatıcının gözünden, insanlığın karanlık ve aydınlık yönlerini aynı anda görüyoruz. Yeşil gözlerin ve mor dudakların ardında, kaybolmuş bir ruhun çığlığı yankılanıyor. Bu çığlık, hepimizin içinde bir yerlerde saklı olan bir yankı.