Çobanlık Teması Sinemada Yükselişte: Gerçekliğin Acımasız Yüzü
Son dönemde sinemada pastoral temaların ve özellikle de çoban figürünün belirgin bir şekilde öne çıkması dikkat çekiyor. Belki de bu, yönetmenlerin ortak bir içgüdüsü ya da sadece takvimin bir cilvesi, ancak çobanlar şu sıralar beyaz perdede sıkça karşılaştığımız bir meslek grubu haline geldi. Bu durum, farklı coğrafyalarda ve farklı anlatılarla karşımıza çıkıyor, ancak ortak bir nokta var: pastoral yaşamın romantikleştirilmesinin ötesine geçilerek gerçekliğin acımasız yüzüyle yüzleşilmesi.
Sophie Deraspe’nin "Bergers" (Çobanlar) filmi, bu trendin bir örneği olarak gösterilebilir. Filmde, kentli ve modern bir hayata sahip olan Quebec’li bir reklamcı, monoton ve sıradan hayatından uzaklaşmak için Provence’a gelir ve çobanlık yapmaya başlar. Doğanın içinde, hayvanlarla iç içe geçen bu yeni yaşam, başlangıçta pastoral bir güzellik sunar. Kurt saldırısına rağmen, filmdeki doğa manzaraları büyüleyicidir ve kırsal yaşamın cazibesi ön plana çıkarılır. Ancak, filmin derinlerinde yatan anlam, modern hayatın yabancılaşmasına karşı bir arayış ve doğaya dönüş özlemidir.
Christopher Andrews’in "The Clan of Beasts" (Hayvanların Klanı) ise pastoral yaşamın daha karanlık bir yüzünü gösteriyor. İrlanda’da geçen film, iki komşu çiftlik sahibi arasındaki anlaşmazlığın kanlı bir savaşa dönüşmesini konu alıyor. Komşuluk ilişkilerinin bozulması ve rekabetin şiddete dönüşmesi, kırsal yaşamın romantikleştirilmiş imajının aksine, acımasız ve vahşi bir gerçekliği ortaya koyuyor. Filmdeki vahşi bir kafa kesme sahnesi, şiddetin sınırlarını zorlarken, izleyiciyi derinden sarsıyor.
Ancak, çobanlık temasının sinemadaki en çarpıcı ve rahatsız edici örneklerinden biri Lotfi Achour’un "Les Enfants Rouges" (Kızıl Çocuklar) filmi. Film, pastoral yaşamın güzelliklerini bir anda acımasız bir terör eylemiyle yerle bir ediyor. Achour, bu filmde gerçek bir hikayeden yola çıkarak, dini fanatizmin ve terörün insanlık dışı boyutlarını gözler önüne seriyor.
Film, Tunus’un turistik bölgelerinden uzak, dağlık ve kayalık bir bölgesinde, keçilerini otlatan iki genç çobanın hikayesini anlatıyor. 16 yaşındaki Nizar, mesleğinde deneyimli ve çevresini iyi tanıyan bir gençtir. 14 yaşındaki kuzeni Achraf ise Nizar’a hayranlık duyar ve onun yanında çobanlığı öğrenmeye çalışır. Ancak, bir gün bu iki genç, bir grup İslamcı terörist tarafından yakalanır. Nizar, casuslukla suçlanır ve küçük kuzeninin gözleri önünde başı kesilerek öldürülür. Achraf’ın hayatı ise, kuzeninin kesik başını ailesine götürmesi şartıyla bağışlanır.
Lotfi Achour, filmde Achraf’ın yaşadığı travmayı, ailesinin acısını ve toplumun tepkisini ustalıkla işliyor. Annesinin, oğlunun kesik başının konulduğu buzdolabının önünde yaşadığı çaresizlik ve acı, izleyicinin yüreğine dokunuyor. Medyanın ve politikacıların olayı sansasyonel bir şekilde kullanma çabaları ise, yönetmen tarafından eleştirel bir bakış açısıyla sunuluyor. Achour, olayların perde arkasını değil, Achraf’ın, Nizar’ın ağabeyi Mounir’in, babanın ve amcaların, Nizar’ın başsız bedenini bulmak için mayınlarla dolu tepelerde verdikleri mücadeleyi takip ediyor. Nizar’ın hayaleti ise, Achraf’ın peşini bırakmıyor ve ona yol gösteriyor.
Lotfi Achour, bu filmde hiçbir şeyi abartmıyor veya uydurmuyor. "Les Enfants Rouges", 15 Kasım 2015 tarihinde Tunus’un orta batı bölgesindeki Maghila dağında, Mabrouk Soltani adlı genç bir çobanın öldürülmesinden esinleniyor. Achour, bu terör eylemini tüm çıplaklığıyla gözler önüne sererken, Abderrahmane Sissako’nun "Timbuktu" filminde olduğu gibi, Müslümanların da cihatçılığın ilk kurbanları olduğunu hatırlatıyor. Yönetmen ayrıca, yetkililer tarafından terk edilmiş, kendi kaderine terk edilmiş ve barbarlığın insafına kalmış bir toplumu da resmediyor. Filmde, Mabrouk Soltani’nin ağabeyinin de aynı terörist grup tarafından bir buçuk yıl sonra aynı yerde başının kesilerek öldürüldüğü belirtiliyor.
"Les Enfants Rouges", pastoral yaşamın romantikleştirilmiş imajının aksine, gerçekliğin acımasız yüzünü gösteren güçlü bir film. Çobanlık temasının sinemadaki yükselişi, bu tür filmlerin daha da artacağına işaret ediyor. Sinema, bu tür yapımlar aracılığıyla, toplumsal sorunlara dikkat çekebilir, insanlık dramlarını gözler önüne serebilir ve izleyicileri düşünmeye sevk edebilir. Çobanlık temasının sinemadaki yolculuğu, pastoral yaşamın sadece güzelliklerini değil, aynı zamanda zorluklarını, tehlikelerini ve acılarını da yansıtarak, izleyicilere daha gerçekçi bir bakış açısı sunmaya devam edecektir. Bu filmler, sadece birer eğlence aracı değil, aynı zamanda toplumsal birer ayna ve vicdan muhasebesi yapmamızı sağlayan önemli araçlardır.